Örümcek Ağında Çırpınma

melike-inci-öaç

Melike İnci’nin Öyküleri “Örümcek Ağında Çırpınma”da Kitaplaştı

“O Anda”, “Aşk Sıraya Girmez” ve “Herkes Kırılır” adlı romanların yazarı Melike İnci’nin ilk öykü kitabı “Örümcek Ağında Çırpınma” Yitik Ülke Yayınları etiketiyle yayımlandı. Edebiyat dergilerinde de adına sık sık rastladığımız başarılı yazar Melike İnci, yaşamın içinden süzdüğü güçlü öyküleriyle edebiyat okurlarına iyi bir okuma önerisi sunuyor. 

“Gönül. Kırk iki yaşında. Haftanın altı günü, hayat saat altıya çeyrek kala çalar saatin zırıltısıyla başlar. Yatağından kalktığı gibi banyoya koşar. Hızlıca yüzünü yıkayıp dişlerini fırçalar. Akşamdan kâğıda sardığı saçlarını açar. Buklelerini dikkatlice şekillendirir. Sonra iddialı bulduğu dalgalı saçlarını fırçalayıp sımsıkı bir topuz yapar. Yine yatmadan havalandırmak için balkona astığı giysilerini bir yerinde lekesi var mı, diye kontrol ettikten sonra hızlıca giyinir. Yatağını da hızlıca kapatıp altıyı beş geçe evinin kapısını kilitler.”

Gönül, Elif, Nezihe, Aygül, Aslı ve daha birçok kadının hayatla ilişkileriyle/ilişkilenmeleriyle örülmüş ağdaki çırpınmaları birbirine bağlı öykülerde anlatılıyor.

40. İstanbul Maratonu

Diyetisyen Değilim

mola

Herkese merhaba!

Bu yıl ilk defa Avrasya Maratonuna katılıyorum. 42K kategorisinde hızlı yürümeyi planlıyorum. 6 saatte parkuru bitirip bitiremeyeceğimi şimdilik bilmiyorum ama her adımımı serebral palsili çocuklar için atıyor olacağım. Yani Cerebral Palsy Türkiye (TSÇV) için iyilik peşinde hızlı yürüyorum!

Engelli olma riski taşıyan bir bebeğin, 3 aylık fizyoterapi ve gelişim takibi hizmetlerinden yararlanması için 2.400 TL gerekmektedir.

Ben de bir bebeğe 3 aylık fizyoterapi hediye etmek istiyorum. Bunu beraber gerçekleştirebiliriz.

Beni desteklemek için aşağıdaki bağlantıya tıklayarak siz de bağış yapabilirsiniz.
https://bagis.adimadim.org?ccid=CC38226

Bankadan Havale/EFT Yapmak İsterseniz
(Dekont açıklamasına Kampanya Kodunu belirtmeyi unutma!)

Kampanya Koşucu Kodum: CC38226

(EFT/Havale kullanıldığında açıklamaya yazılması gereken kod sadece bu koşucuya özeldir)

Kampanyamın son durumunu merak ediyorsanız
http://ipk.adimadim.org/kampanya/CC38226

Hadi başlayalım!

View original post

Sokak Kedileri, Kar, Karne ve Ateş Böcekleri

Hayatımız zorlaştıkça biraz daha tahammülsüz olduk sanki. Sokak kedilerine yardım etmeye çalışan insanları tartaklamak, gündeme değil böğrümüze oturan bir sürü acı haber ve anayasa değişiklikleri dururken kar fotoğrafları çekenlere sövmek, çocuklarının karne sevincini paylaşmak isteyenleri perşembeden uyarmak… Şiddete şiddetle karşılık verdiğimiz günlerde farkında olmadan o kötücül girdapta yitip gidiyoruz.

Herkes en haklı, herkes en farkında, herkes her şey… Herkes hep bir ağızdan öfkesini haykırıyor… Dükkanına girmiş hayvanı kovalamayan, mahallenin belirli bölgesine atıklardan barınak yapanlardan ne ister bir insan? Bir kadın büyük ya da küçük birkaç kişinin en az bir saatte karları sıkıştırarak yaptığı kardan adamı üstünde tepinerek parçalayacak kötülüğe nasıl erişir? En fazla 24 saat içinde zaman tünelinde yok olacak karne fotoğraflarının kime ne zararı olabilir?

İnsanlar kar topu oynamaya korkar oldu. Neden? Çünkü Nuh Köklü böylesine saf bir oyunu oynarken tahammülsüz bir esnaf tarafından öldürüldü. Nuh Köklü’yü şahsen tanımadım. Öldürülme nedenini ve şeklini aklım almadı, alamayacak. Bu kadar nefret dolu oluşumuzu asla anlayamayacağım ki beni de az çok biliyorsunuz.

20.12.2012’de çağ değiştireceğimizi ve foton çağına geçeceğimizi söyleyen alternatif bilimciler oldu. Bence biz ışık hızının bin katıyla karadeliklere sürükleniyoruz. İyi hiçbir şey olmuyor. İyi bir şeye bakana da zerre tahammülümüz yok. Bir konsere, tiyatroya ya da sergiye giden, günde iki kitap okuyan, kar yağarken şehrin tüm çirkinliğinin örtülmesine birkaç dakikalığına bakan, titreyen kediye bir atkı saran insanlara, yani göz açıp kapayana kadar yok olacak naifliğe meyleden insanları sağır, dilsiz, duyarsız diye aşağılamaktan başka yaptığımız bir şey yok.

Sağır, dilsiz, duyarsız sanılan o insanlar kör değiller… Sessizliğe çekildikleri yer o kadar gürültülü ki tutunacak bir dal değil kıymığa razılar…

Bense bütün bunlara ek olarak tüm o çok farkında, çok ciddi ve sürekli işaret parmağını sallayanlara da tahammül edemediğimden kendime de tahammül edemiyorum. Diyorum ya hızla bir karanlığa çekiliyoruz, o yüzden ışığı hatırlayabilmek için ona daha dikkatli bakmamız gerektiğini düşünüyorum.

Küresel şiddet ve şiddete şiddetin diliyle karşılık verilmesi son bulmadıkça bizi daha iyi günlerin beklediğini düşünemiyorum. Bizi bugünlere intikam getirdi, daha kötü günleri de bize intikam getirir. Bu kadar kötülüğü affedelim ve unutalım da demiyorum. Madem bu kadar kötülüğü gördük, buna karşı iyileştirici bir dil, bir yaklaşım, bir duygu geliştirmeliyiz, diye düşünüyorum.

Sokak kedilerinin tamamı kurtulamayacak, bazıları ölecek; kar şehrin pisliğini örterken hayatı felç edecek; her çocuğun karnesi hepsi pekiyi olamayacak. Peki bizim insanlık karnemiz nasıl olacak? Karneyi geçtim, insanlığımız kalacak mı? Geleceğin aydınlık olabilmesi için ateş böceklerini öldürmek yerine hava alan kavanozlarda biriktirsek daha iyi değil mi?

Tabii kavanozların kırılmaması için de çok özenli olmamız gerekmez mi?

(BU YAZI PULBİBER DERGİSİNİN ÇEVRİMİÇİ SİTESİNDE YAYIMLANMIŞTIR.)

VAR SAYALIM!

Uzunca bir süredir içimi kemiren bir şey var. Neyse ki bu platformdan bunları paylaşmaya devam edebiliyorum. Biri güzel bir iş yaptığında onu tebrik etmek yerine yok sayıyorlar. Onlar diyorum çünkü ben elimden geldiğince insanların başarılarını tebrik edip varlıklarını duyurmaya çalışıyorum. Yapılan iş benim için öncelikli. Niteliğine daha sonra bakıyorum, çünkü öncelik bir şeyi yapma cesareti. Bu bir resim olabilir, bir roman olabilir, belki de bir dergidir. Genel davranış yapılanı yok saymakla başlıyor, sonra iyi niteliklere haiz işi yok saydırmaya dönüşüyor.

Diyelim ki bir eser ortaya kondu. Eser sahibi belki yarım ağız tebrik ediliyor. Sonra hakkında hiç yorum yapılmadan geçiştiriliyor. Çeşitli dost meclislerinde o eser sahibi hakkında kulaktan kulağa, eser sahibi ortamdaysa kaş gözle dışlanıyor. Ortamı terk ettiğindeyse başlıyor dedikodu kervanı. Çeşitli kulplarla yerildikten sonra geriye büyük bir sessizlik. Neden mi? Çünkü çalışmış, çünkü ortaya bir şey koymuş.

Daha 17 yaşımdayken Henry Miller’ın Seksus’undan kendime aldığım bir ders vardır: “… İnsanın bilinen güçlerinden öte bir şey yapmaya çalışırken dostlarının onayını almaya çalışması boşuna. Dostların en iyi oldukları zaman, yenilgi anlarıdır, hiç değilse benim deneyimim bu. O zaman ya yeniklik içinde bırakırlar sizi ya da kendilerini aşarlar. Büyük bir bağdır acı: acı ve felaket. Ama güçlerinizi sınarken, yeni bir şey yapmaya uğraşırken, en iyi dostun bile hain çıkması mümkündür. En düşsel fikirlerinizi açtığınızda başarılar dilemesi bile yeter sizi yüreksizleştirmeye. Size ancak sizi tanıdığı ölçüde inanır, göründüğünüzden daha büyük olma olasılığı tedirgin edicidir, çünkü karşılıklılık temeli üzerine kurudur dostluk…” Bu dersle büyüyünce hayal kırıklıkları az oluyor nispeten, ama insan yine de insana karşı inancında iyimser olduğundan arada yenilgiye düşebiliyor.

Peki 1940’lardan bugüne ne değişti? Öncelikle bu alıntıladığım durum geçerliliğini yitirmedi. Sosyal medyada var olma durumu nedeniyle buna bir de yok sayma eklendi. Yani Henry Miller şimdi yaşasaydı bu yazı şöyle devam edebilirdi: “… dostluk. Ortaya bir şey koyma anlarınızda sizi yalın bir şekilde tebrik etmesi yetmezmiş gibi, sanki siz hiç var olmamışsınız gibi bir sessizliğin öncüsü de olabilir. Sizin yerden yere vurulmaya dahi hakkınız yoktur. Eser güzelse siz hiç doğmamışsınızdır. Siz en sert eleştirileri beklerken dostunuz sizi bu yeniklik içinde bırakmaz, kendini aşar, sizi yokluğunuza alıştırır. (hiç değilse benim deneyimim bu)”

Neticede demek istediğim, yok saymak kolayken zor olana yönelmemiz gerekiyor. Egolarımız vestiyerde unutulup evimize postayla biraz da hırpalanmış şekilde yollandığında belki doğru insan oluruz. Onlardan bize geçme sebebim ise istemeden yok saydığım kişiler varsa diye…

Ne olur bir şeyler yapan insanları var sayalım!

(BU YAZI PULBİBER DERGİSİNİN ÇEVRİMİÇİ SİTESİNDE YAYIMLANMIŞTIR.)

FARKINDALIK YAZISI

Farkındalık seline kapıldığımız zamanlarda yaşıyoruz. Ancak bu farkındalık kampanyalarının yanlış yapıldığı zamanlar. İleri görüşlü doktorlar sağ olsun eskiden ucube diye bakılan hastalara ya da hastalıkların tedavisi mümkün ya da araştırma aşamasında olan türlü hastalıklar hakkında tüm dünyada bir bilinçlendirme dalgası sürüyor. ALS hastalığı için kafasından aşağı buz gibi su kovasını boşaltanları unuttuk belki ama ALS’yi unutmadık. Down sendromluların çalıştığı kafelere gidip destek olduk, evet. Peki yolda annesiyle yürüyen Down sendromlu çocuğa bakarken ne hissettik? Tüm kampanyalara ve insanca yaşama savaşlarına rağmen otistik bir çocukla normal bir çocuğun yan yana büyümesini anormal bulan kaç kişi var? İlaçlarını kullandığı zaman normal hayata katılabilen bir sürü sinir hastalığı çeşidine sahip insandan on metre uzak duranlar kim?

Bunlar uç örnekler mi? O halde daha yaygın bir hastalığa bakalım. Hangimiz bir yakınımızın kanser olduğunu duyunca “vah vah” deyip normalden farklı bir tepki vermedik? İyileşmesi imkânsız denilen kanser türüne yakalanan bir yakınımıza uzaylı muamelesi yapmadık mı? Önce ilgiye boğup sonra tedavinin tecrit gerektiren dönemlerinde uzaklaştık. Tecridi kendisi için zanneden hâlbuki hastanın en ufak bir virüse dayanamayacağını bilmeyenler o kadar çok ki. Tecrit döneminin uzamasıyla hastanın varlığını unutanları da es geçmeyeyim. Hani tedavi sırasında sokağa çıkmak zorunda kaldığında yüzüne maske takanlar var ya, işte onlardan sana kanser bulaşmaz, ama sen hapşırırken ağzını kapatmazsan kanserden arınmış ancak bağışıklık sistemi henüz güçlenmemiş birinin ölümüne sebebiyet verebilirsin. Tecrit döneminde uzak kalıp unutulduğunu hissettirmek virüs bulaştırmaktan da beter. Bazı hastalar bununla yalnız savaşmayı tercih ediyor. Kimsenin fazla ilgisi ve/veya acıyarak bakan gözlerine tahammülü olmadığından, bir de dayatılan güzellik normlarından uzakta hissettiklerinden. Bugüne kadar gördüğüm en akıllıca destek, ikiz kız kardeşlerden birine teşhis konup kemoterapiye karar verildiğinde diğerinin kuaföre gidip “güzel” saçlarını sıfıra vurdurmasıydı. Bunu gereksiz fedakârlık olarak görenler olabilir. Dış görünüşüne çok önem veren birinin bu hastalığa yakalanması ve tedavi süresince “ucube”ye (bu benim sözüm değil: hastanın hissettiği, hastaya hissettirilen) dönüşecek olan kişiye normal hissettirmek için yapılmış en iyi hareketlerden biri olsa gerek. Çünkü, içinde bulunduğumuz durumu genel kabullerin dışında normalleştirmek gerek. O zaman, o çok destek isteyen, yalnız atlatılması zor olan bu hastalıkla mücadele eden kişi de belki kendini herkesten uzaklaştırmak istemeyecektir.

Tüm bu laf kalabalığını neden yaptığıma gelince… İki ay önce yaz aylarını sevmediğimi, hep ölüm ve felaket haberlerini getirdiğini yazmıştım. Hatta o yazıyı dergiye yolladıktan birkaç gün sonra İrem 5 yıllık lenfoma savaşını kaybetti. Öldüğünde annesi, anneannesi ve dedesi dışında kimsesi yoktu. Biz bile yoktuk. 21 yaşında çok mutsuz, annesinin onsuz kalacak yaşamının kaygısıyla, lenfomayı yenmiş olarak ama hastalık sonrası komplikasyonlara dayanamayıp kanatlarını taktı. Onu toprağa vermemizin üstünden iki ay geçmeden de yıllarca bipolar olarak ayakta durmaya çalışan, hastalığı yüzünden ailesinin ve kendisinin sosyal izolasyona mahkûm bıraktığı Asdğik de uzun süreli tedavisinin vücudunda neden olduğu bir takım rahatsızlıklar yüzünden yapayalnız kanatlandı. İkisinin de cenazesi çok kalabalık oldu. Cenazelerde ortak sorular: nasıl ve neden… Yalnızlıktan ölmediler, ama bu soruları sormaya gerek duymadan onlarla daha sık görüşülebilirdi. Nedenlerinden bağımsız ikisinin de göçmesi kalanları çok üzdü, çünkü ikisi de dokunduklarında bir ışık bırakırlardı. Asdğik hep bir kitap yazmak istiyordu. İrem ise modacı olacaktı. Cenazesinde dayanamayıp kendimi avlunun dışına attığımda kabristana gidecek servisin camlarına İrem Çakar – Zincirlikuyu yazılı kâğıtlar yapıştırıldığını gördüm. Hâlbuki İrem Çakar – Londra, İrem Çakar – Paris, İrem Çakar – Milano yazan billboardlar olmalıydı. Asdğik’in cenazesinde katılanlar sıraya girmiş hazırlanan listeye isimlerini yazıyordu. Hâlbuki onun çok ses getirecek kitabının imza gününde sıraya girmeliydik.

İkisinin de ardından hangi hastalığı olduğunu yazan kimseyi görmedim. Çok çekti. Çok savaştı. Huzur bulsun. Bu hastalıkları onlar öldükten sonra ağzımıza alamıyorsak, yaşayan bir sürü hastaya nasıl davranabiliriz. Kocalarınızın ya da erkek arkadaşlarınızın sutyen giymiş fotoğraflarını paylaşarak ya da kopyala yapıştır facebook mesajlarıyla istediğiniz kadar farkındalık yaratabilirsiniz. Yine de yakınlarınızdaki birinin hastalığı söz konusu olunca içinizdeki utangaç, küçümseyen, acıyan canavara dur diyebilir misiniz?

Bu canavar sadece fiziksel hastalıklar ya da insani kayıplarla ortaya çıkmıyor. Uzun ya da kısa süre hayatta kalmaya çalışan bir dergi de yayın hayatına veda ettiğinde ardından vah vah tüh tüh diyen çok oluyor. Pulbiber yayında olduğu sürece bizimle derdimizi de mutluluğumuzu da paylaşan tüm okurlarımıza teşekkür etmek istiyorum. Başka bir ortamda yaşamaya, size ulaşmak için çalışmaya devam edeceğiz. O yüzden bu bir veda yazısı değil, bir “farkındalık” yazısı.

(BU YAZI PULBİBER DERGİSİNİN 13. SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.)

ZARARLI ALIŞKANLIKLAR

Sene 1991… Hava çok sıcak… Jeolog babam şöyle diyor: “Bu yaz çok sıcak, deprem olabilir.” Ne demek istediğini sorduğumda, İstanbul’da periyodunu kesin bilemediği büyük, yıkıcı bir depremin olabileceğini, buna hazırlıklı olmamızı söylüyor. “Bir çanta hazırla, içinde önemli eşyaların olsun, deprem anında hemen alabileceğin bir yerde tut,” diyor. Hemen bir çanta yapıyorum. Yatakla pencere tarafındaki duvara sığacak bir çantaya ajandalarımı, yazdığım şeyleri, mektupları ve önemli fotoğrafları koyup çantanın üzerine büyük harflerle “felaket anında kurtarılacak” yazıyorum. (Gülmeyin, o zaman bunlar önemli… Yaş daha 16…) O yaz deprem olmuyor. 1999 yazına kadar babam hep aynı şeyi tekrarlıyor benim çanta da git gide ağırlaşıyor. (24 yaşında da önemli şeylerin cinsi değişmiyor.) Depremden iki gün önce Ankara’ya gidiyoruz. Ağabeyim asker o zamanlar. Gidiş dönüş Pazar günü trafikte, sıcakta mahvoluyoruz. Pazar gecesi öyle sıcak ve ben öyle yorgunum ki bir türlü uyuyamıyorum. Pazartesi gününü sıcakta hayalet gibi geçiriyorum. Akşam televizyon izlerken koltukta uyuyakalıyorum. Gece 2 gibi kalkıp televizyonu kapatıyorum. Yatağıma giderken kendi kendime “Herhalde en az 18 saat uyurum,” diyorum. Sonra bir “tık” sesiyle uyanıyorum ve ev sallanmaya başlıyor. Babamla iki odanın buluştuğu noktada birbirimize sarılıp sallantının geçmesini bekliyoruz. Bir türlü geçmiyor. Dünyanın en uzun 48 saniyesi. Duvarlar ayrılacak gibi, korkunç bir sesle sallanıyoruz. Bittiğinde bir adım geri gidip “Bu muydu?” diye soruyorum. “Haberleri dinlemek gerek,” diyor. İlk ulaşan haberlerden sonra, “Bu değildi,” diyor. Sonrası malum. Haberler çok kötü. Bir araya gelebildiğimiz akrabalarımızla şaşkınız. Elektrik yok. Telefon kesilmeden hemen önce üniversiteden arkadaşıma ulaşıyorum. Babaannem evde yalnız ona baksın diye. Biraz durumu idrak ettikten sonra yanına gidiyoruz. Üniversiteye gitmek için her zaman geçtiğim Avcılar’da manzara korkunç. Jandarma yolda yavaşlamamıza izin vermiyor. Babaannemin iyi ve güvende olduğundan emin oluyoruz. Oradan Bahçeşehir’de evinde jeneratör olan bir akrabamıza gidip televizyona kilitleniyoruz. O akrabamızın da babasının evi Adapazarı’nda… Babamın kuzenleri İzmit’te… Sapık gibi helikopterle çekilen görüntülerden evlerinin sağlam kalıp kalmadığını görmeye çalışıyoruz. Ulaşan gayrı resmî rakamlar korkunç. Evler ayakta. İnsanlar perişan. Tüpraş yanıyor. Olan bitene bakıp sinir sistemimin güçlü kalması gerektiğini ve bunun daha büyüğünün İstanbul’u vurabileceğini düşünüyorum. O anda korkum geçiyor. Zaten uzmanlar da depremden korkmamamız ve hazırlıklı olmamız gerektiğini defalarca söylüyorlar. Hem ben de bunu söyleyen bir uzmanla büyümemiş miydim?

Yine sene 1999. Aylardan Mart. O zamanlar sabahlara kadar bilgisayarda oyun oynuyoruz. Yine salonda uyuyakalmışım. “Güm” diye bir sesle uyanıp cama koşuyorum. Gördüğüm caddeye saçılmış ceset parçaları. Bir terör saldırısı. Bir taksi şoförünü tanınamaz hale getiriyor. Korkuluklara dayanıp öylece kalıyorum. Kanım donuyor. Gözyaşlarım donuyor. Gırtlağımda bir yumruk. Ayşe teyze beni geri çekiyor. Koltuğa oturuyorum. Tam iki gün sonra televizyona canlı yayında insanların Mavi Çarşı’daki yanışını izliyorum. Yine kanım donuyor. Gözümün önüne Madımak geliyor, evimin önündeki caddenin iki gün önceki görüntüsü geliyor. Hangi haklı gerekçe diye sorup duruyorum kendime. Kabul edemiyorum. Sonrasında her nerede bir bomba patlasa, bir kundaklama olsa, kanım donuyor. Kabullenemiyorum. Terörün hiçbir türünü kabul edemiyorum. Her terör olayından sonra da televizyona birtakım kendine uzman diyen adamlar çıkıyor. Bunu da anlamıyorum. Komplo teorisyenleriyle dalga geçerken aynı adamları uzman diye insanlara yutturmaya çalışmayı anlayamıyorum. Barış için toplanıp giden çocukları havaya uçuranların nasıl haklı bir gerekçesi olabilir? Birkaç kontrplak ve ondülinle zor inşa ettiği evinde otururken bomba yüklü aracın altında kalan insanın canı neyin bedeli olabilir? Tatile gelen turistin ya da aileleriyle buluşacak insanların öldürülmesine daha ne kadar şahit olmalıyım? Terörle yaşamaya alışana kadar mı? Hayır, efendim. Alışmayacağım. İstedikleri uzmanı getirsinler karşıma. Alışamayacağım.

(BU YAZI PULBİBER DERGİSİNİN 12. SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.)

Yazın Yanmamak Mümkün Mü?

Sonbaharda doğduğumdan mı, bilmem, oldum olası yazı sevmemişimdir. Yazlardan hatırladığım iyi şeyler çocukluk arkadaşlarım ve denizde yüzmek. Kaç çocuk Bodrum’a yazın gider de tatilin çoğunu kütüphanede geçirir? Güneşte duramazdım -durmamalıymışım da-. Denizden çıkınca vampir gibi güneşten ve kumdan köşe bucak kaçardım.

Büyüdükçe yazla aram git gide açıldı. Yaz aylarında depresyon bile çekilmez oluyor. Evden çıkmak, oturduğun yerden kalkmak istemiyorsun ama kıyafetlerin tenine yapışıyor, sıcak ev seni depresyonundan daha çok sıkıyor. Depresyonda zaten bir şeye tahammülün olmamasına bir de sıcağa mukavemet gösterememek eklenince içinden çıkılmayacak bir bataklık etkisi yapıyor. Çırpınma isteğin zaten yokken rahat rahat batamıyorsun da…

Sıcakta hastalanmak… Bir yaz öyle ağır bir grip olmuştum ki dört hafta öksürürken yerleri öptüm. Sürekli ter atıp hiç iyileşememek… Soğuk su içememek… Bir türlü kendine gelememek… Gribi yenememek… Sıcağa ve gribe yenilmek… Bitmeyen bir kâbus gibiydi. Doktor banyo yapmamı kısıtlamıştı. Soğuk duş yapmama asla izin yoktu -neyse ki tıp ilerledi şimdi ateşliyken soğuk duşa izin var-.

Sevdiklerimle de çoğunlukla yaz aylarında vedalaştım. Sıcakta yas tutmak… İçime ölümün soğuğu yerleşmesine rağmen yaz acımı bile doğru düzgün yaşamama izin vermez -vermedi-. Haberin kötüsü bile yazın daha mı hızlı geliyor nedir? Dedemle telefonda tatil planı yaptık ertesi gün uykusunda öldüğü haberi geldi. Lisede en sevdiğimiz efsane Müdürümüz Ayten hanım aniden kalbine yenik düştü. Anneannemle “bir iki güne görüşürüz” diye sözleştik, akşamüzeri beyin kanaması geçirdi. Halam sırtı ağrıyor diye doktora gittikten kırk gün sonra metastaz yapan kanserden vefat etti. Kayınpederim adını koyduğu kediyi bana teslim ettikten bir hafta sonra dünyaya veda etti. Hayatı boyunca geçirdiği otuz üç ameliyattan yılmayan Yalçın dayı son ameliyatındaki komplikasyona yenik düştü. Okulda en sevdiğim öğrencilerden Can üniversiteyi bitirip geldi. Bir dikkatsiz sürücü yüzünden 25 yaşını doldurduğu gün toprağa verdik. Bunlar hep içimi soğutarak yakan yaz yanıkları…

Bir yaz var ki… Ben yine Bodrum’daydım. Başımda kavak yelleri… Dünyadan haberim yok. Her şeyden haberdarım zannediyorum. Ben Bodrum’dayım, yaşıtlarım Sivas’ta. Ben de onlar da bir sonraki sene üniversiteli olacağız. Onlardan bazıları yeni üniversiteli… Benim de arkadaşlarımın bazıları yeni üniversiteli. Yakınımızda büyüklerimiz… Onların yanında büyük şairler, düşünürler, yazarlar… Hepimizin ortak hayali daha iyi bir gelecek. Temmuz’un ikinci günü… Biz havanın sıcaklığından yakınırken, Sivas’ta hiç tanışamayacağımız yaşıtlarımız yakıldı. Güzelleştirmeyi hayal ettikleri dünya onları yaktı. Bizim uzaktan boş şeylere yakınmamız onları yaktı. Hep şunları düşündüm: Bir yerde sıkışıp kaldılar ve yaz… Nefes alamıyorlar ve yaz… Lanet olasıca yaz yağmuru bir türlü doğru zamanda yağmaz… Değil içecek soğuk su, yangını söndürecek suları yok… Hayalini kurdukları iyi gelecek cayır cayır yanarken alev bataklığında yanıyorlar… Failleri kurtulacak… Geleceğimiz cayır cayır yanıyor… Geleceğe bizim sahip çıkmamız gerek… Yakılmamak için yakınmayı bırakmamız gerek…

Yirmi üç sene geçti. O yaz gibi sıcak olmadı. O yazın içimizdeki yaraları hiç kapanmadı. Ara ara acıyı unutup yakındığım oluyor. Sonra iki dizeyle kendime geliyorum: “Bunları yap, sakın unutma,/…/Yasını tut, günlerce ağla/…”* Unutmuyorum. Her yaz birileri daha yanmasın diye kendimce savaşmaya devam ediyorum Metin Ağabey.

* Sonra Git – Metin Altıok

(BU YAZI PULBİBER DERGİSİNİN 11. SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.)

Dokuz Köyden Kovulmaya Hazır Mısın?

Yalan söylemeye ne teşneyiz, değil mi? Hadi çekinmeyin… Hepimiz az çok yalancı sayılırız. Yalan söylemek zorunda kalmayıp yanıt vermediğimiz zamanlarda bile bir parça yalana sığınmış oluruz ki bu da kendimize söylediğimiz küçük bir yalandır. İşin ilginci hepimiz bu kadar yalancıyken bir de yalandan nefret ederiz. En azından ben yalandan nefret ediyorum ama kötü yalandan. Yoksa hem kurmaca yazıp hem de yalanı sevmiyorum demek samimi olmadığı gibi yalan da.

Bir keresinde yalan söyleme hastalığı (mitomani) olan eski bir arkadaşıma en azından işin aslını bana söylemesini rica etmiştim. Başaramadı. Bazen onun hastalığından kaynaklı zaafı olduğunu düşünmeye çalışıyorum, ama bana zararını düşündükçe bencil yanım ağır basıyor ve o tüm kötücül -her ne kadar hasta bir insanın kötücül bir şeyi bilerek ve isteyerek yapmadığını bilsem de- yalanları affetmemin mümkün olmadığı sonucuna varıyorum. Belki iyi söylenmiş yalanlar olsa saygı duyabilirdim; geriye baktığımda hiçbir şey hissedemiyorum.

Şimdi yaz başladı. Hepimizin inanmak istediği yalanlar zamanı. Çeşitli okullardan mezun olanlar, hiç ayrılmayacaklar, arkadaşlıkları hep aynı kalacak. Tatilde tanışan o “mükemmel” çift tatil bitene kadar bir arada dünyanın en “büyük”, en “ilk”, en “en” aşkını yaşayacak, nesilden nesle aktarılan efsaneler gibi kankadan kankaya aktarılacak. En sert metalinden en arabeskine kadar içinde “sen” ya da “ben” sözü geçen bütün şarkılar o aşkı anlatıyor olacak. Yalandan da olsa bir efsanenin kahramanı olmayı kim istemez?

Yalanın her türünü tecrübe ettikten sonra yalan söyleyen insanlarda var olan ortak özelliklerden birinin kendini ya da günü kurtarma olmadığına karar verdim; onlar karşılarındakinin gözlem ve algı yeteneğini küçümsüyorlar. Bu tür bir üstten bakışa da çok karşıyım. Zaten birini küçümsüyorsan ona yalan söyleme zahmetine ne gerek var? Muhatap alma bitsin, gitsin.

Kişisel kaygılarım bir yana, bize yalan söylemeyi ilk kim öğretti? Uyduruk bir hikâye anlatmaktan bahsetmiyorum. Çocuğun uydurukçuluğunu hayal ve ifade gücünü arttıran bir eylem olarak görüyorum. Peki, ilk yalanı nasıl söyledik? Sonrasında nasıl gelişti yalan söyleme alışkanlığımız? “Şuna şunu dersen ayıp olur”la mı başladı, yoksa bize söylenene tepkiyle mi? Çocukken bize söylenen şeyin yalan olduğunu ilk fark ettiğimizde mi meşrulaşır yalan söylemek? Hadi bilmeden bulaştık bu belaya diyelim, doğruyla yanlışın farkına vardıktan sonra neden devam ediyoruz? “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” sözü genetik kodumuza işlendiği için mi?

Binlerce günlük yalan yerine kullanılabilecek doğru cümleleri düşünüyorum. Birkaç örnek yazayım: O kadar üşeniyorum ki sanırım eve dönüp anlamsızca televizyona bakacağım… Ay sonu geldi, param olunca görüşelim… Bütün gün o kadar yoruldum ki direkt uyumak istiyorum… Geçen gün sana kızdım, ama sen de anlamadın, aramanı bekledim, aramadın, ben de seni aramadım… Bakışlarından, imalarından rahatsız oluyorum… Canım istemedi…  Bu cümlelerin yerine söylediğimiz o gereksiz yalanları sıralamama gerek yok. İşin ilginci bu doğruların kimseye zararı yok.

Bir de nadiren söylenen yalanlar var: Gözüm mü, mutfak dolabına çarptım… O beni hiç üzmez… Bir kere sesini yükseltmedi… Ben bir şey görmedim… Ben bir şey duymadım… Ben bir şey bilmiyorum… Bu yalanların doğrularını düşünsene? Doğruları söylense kaç kadın, kaç çocuk hayatı kurtulurdu, kim bilir?

Beni dokuz köyden kovsunlar, seni de kovsunlar. Onuncu köyde buluşalım ve birbirimize -ama en çok da kendimize- dürüst olalım.

(BU YAZI PULBİBER DERGİSİNİN 10. SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.)

ANNE DEĞİLİM, ŞANSLIYIM

Her şey henüz toz bulutuyken, yani Pulbiber’in ilk toplantısında aldığımız bir karar üzerine bazı anneler ile çocuklarının kayıp gitmeden öncesindeki hayatlarına dair söyleşme düşüncemiz vardı: Cumartesi Anneleri, Şehit Anneleri, Barış Anneleri…

İletişime geçme aşamasında bize çabucak randevu veren Barış Anneleri İnisiyatifi’nden Cemile Anne olmuştu. Cemile Anne ile görüşmeye gitmek beni çok heyecanlandırdı. Yazın sıcağında işten çıkar çıkmaz onunla buluşacağımız yere neredeyse koşarak gittim. Cemile Anne de hazırlanmış beni bekliyordu. Bana kızını şöyle anlattı:

“Ben Dersim’den 1994-95 sürgününde geldim. Eşim 1994’teönden geldi. Ailesinin bir kısmı da 1938-39 sürgünlerinde gelmiş. Kızımın adı Esengül. En son Faraşin’i seçmiş kendine. Çok araştırdım. Van’a yakın bir yaylaymış.

Faraşin 1990’da dağa çıktı. 12 yaşındaydı. Dağa çıkmadan iki sene önce babasını dipçiklerle hastanelik etmişlerdi. O gün yemin etti. İlk gittiğinde kod adı Zelal’di. Hiç haber alamadım. Yedi yıl boyunca bir kez anne dese razıydım. İstanbul’a sürüldükten iki yıl sonra bir gece rüyamda Faraşin’i duydum. Bana ihtiyacı vardı. Kayalıklarda onu arıyordum. Korkunç bir hava. Dolu yağıyor. Ayakta zor duruyorum, ama kızımın da bana ihtiyacı var, sesleniyor. Sıkıntıyla uyandım. Bize dağdan haber veren biri vardı. Onu aradım. Aklıma kötü bir şey getirmememi tembihledi. Akşamına babası ölüm haberini getirdi. Ağıt yakmak yasak, diye hep sessiz ağladım. 7 yıl görmediğim kızımın cenazesini de göremedim.

Sen başta sormuştun ya en sevdiği yemeği, benim yanımdan gittiğinde 12 yaşında çocuktu, kendi zevkleri gelişmemişti. Et sevmezdi ama…

Bazen kendi kendime ‘Esengül’üm’ derken yakalıyor kadınlar beni. Kim diye soruyorlar, hâlâ korkumdan kızım diyemem. Bir akraba der geçiştiririm.

Bir de hep şunu der dururum: ‘Her kim ki benim çocuğumu vurmuşsa evlat acısı yaşamasın’.”

Sonra dönüp bana sordu: “Senin çocuğun var mı?” Olmadığını söylediğimde de “Çok şanslısın,” dedi.

Bu görüşmenin yükünü üzerimden aylarca atamadığım için diğer Anneler ile görüşemedim.

Evet, anne olmadım, çok şanslıyım.

Evet, gerçekten böyle düşünüyorum. Bazıları bunu bencillik olarak görüyor, bazıları kolaycılık. Kim ne derse desin… Ben tecavüz edilip öldürülen bir çocuğun annesi olmak istemezdim veya tecavüzcü bir katilin annesi de olmak istemezdim. On iki yaşında dağa kaçıp gerillaya katılan kızın annesi olmak istemezdim, onunla savaşacak diye şehit olan askerin de. Bir gece koynumdan gözaltına alınıp bir daha hiç haberini alamadığım ya da odasına girerken dikkatli olmasını istediği için vurulan çocuğun annesi olmayı da istemezdim. İşin kötüsü bu kadar acıya tanık olan çocuğun da annesi olmak istemezdim.

İstemezdim deyip duruyorum, çünkü tüm vücudumu yenileyip bana yaşatacağı muhteşem bir biyolojik deneyimin yanında yukarıda saydığım, sayamadığım türlü kötü olaya maruz kalan ya da gerçekleştiren veyahut da tanık olan çocuktan sorumlu olmam yetmiyormuş gibi, bir de üstüne onun hissedeceği acıyı da yüklenemezdim. Bazen bakıyorum da anneler ne güçlü… O kadar acı içlerini kemirirken vakarını bozmadan dimdik durabiliyorlar. Bu durumu anne olmadığım için anlama ihtimalim yok. Acısıyla, kızgınlığıyla, umarsızlığıyla duygudaşlık kurabileceğim bu yüce varlığın tüm bunlarla baş edebilme gücünü asla anlayamayacağım.

Sürekli bir kalp çarpıntısı yaşattığım annemin ve tüm annelerin anneler günü kutlu olsun. Artık gözlerinden acıyla akan gözyaşı son bulsun!

(BU YAZI PULBİBER DERGİSİNİN 9. SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.)

ÇOCUĞU ÖLDÜRMEYİN

Mutlu bir çocuktum. Büyümeyi hiç istemedim. Şanslıydım. Büyük bir aile, yaşları yakın kuzenlerle birlikte çocukluğumu doya doya yaşadım. Sonra büyümeye başladık. Biz büyüdükçe aile de kopmaya başladı. Aileden büyükler eksildikçe, yeni küçükler geldikçe bizler büyükler sınıfında yerlerimizi almaya başladık. Yine de içimdeki çocuğu sakladım. Hâlâ evin küçük kızı olarak rol kesmeye bayılıyorum. Halbuki benim de “ben büyüdüm artık” serzenişlerim oldu.

Küçükken büyümeye pek özeniriz. Hayranı olduğumuz büyük insanlara benzemek çok önemlidir. Sonra büyümenin getirdiği sorumluluklarla karşılaşınca kaçacak yer de ararız elbet. Geri dönüp baktığımızda o eski anaokulun yerinde yükselen apartman, tahta ilkokul sıralarının yerini alan dandik kaplama plastik sıralar, ortaokulun mermer koridorlarına döşenmiş PVC değildir bizi üzen; artık yavaş yavaş o saflığın belleklerimizden ve benliklerimizden kayboluşudur.

Sokakta oradan oraya çata pat gibi koşturan çocuktan çekiniriz. Rahatsız oluruz. Avazı çıktığı kadar bağıran çocuktan ya da bir sormaya başladı mı sonu gelmeyen sorular soran çocuktan sıkılırız. Sıkılırız çünkü çocuk meraklıdır, bilgiye açtır ve biz ona doğru yanıtı verecek kadar bilgili ve sorularının tamamını dinleyecek kadar sabırlı değilizdir, çünkü daha ciddi bir şey yapmakta ya da düşünmekteyizdir. O çocuğun geleceği bize bağlıdır, bize göre. Bizim şimdiki zamanımızın da büyüklerimiz tarafından şekillendiğini düşünürüz.

Sonra bir çocuk ölür. Sonra bir başkası. Ve bir başkası daha…

Çocukların ölmemesi için elimizden geleni yapmak isteriz. Çünkü geleceğin tek garantisi çocuklardır. Çocukluğu unutarak, çocuğu görmezden gelerek mi önlem alacağız? Çocuğun düşünsel imkanlarını kısıtlayarak mı onun önündeki yolu açacağız? Peki geleceğin garantisini pazarlık aracı yaparak, onları savaşın ortasında bırakarak hangi gelecekten bahsedebiliriz?

Savaş olur, çocuklar ölür. Ve biz hiçbir şey yapamayız.

Ciddi sınavlara girip, süper okullarda yetişmelidir çocuk. Çocuk dediğin imkanlar dahilinde olabilecekle değil imkanların dışında her şeye layıktır, ama bunun için o da bedel ödemelidir. Haftanın 40 saatini okulda, 40 saatini evde ya da özel derslerle hazırlanarak geçirmelidir. Çocuk dediğin övünülecek araçtır çünkü… Çocuk senin seviyeni atlamak için sistemin en iyisi, en parlağı olmalıdır. Sen nasıl şekil verirsen o uyum sağlar. Seninle büyür. Sen onu böyle büyütürken unuttuğun bir şey vardır: O sınavlara nasıl küfrettiğin… Büyüyünce bu sisteme çocuğunu dahil etmemek için yeminlerin…

Sonra sınav olur. Bir çocuk intihar eder. Bir başkası baygınlık geçirir. Bir başkası evden kaçar.

Böylece çocuk büyür. Büyük insan olur. Çocukluğundan kaçmış, ona biçilen kalıbın şeklini alarak büyümüş bir insana dönüşür. Biz büyüklerin arasına karışıverir. Büyümenin verdiği sıkıntı gelen sorumluluklardan değildir aslında. En azından benim için öyle. Benim özlediğim hesapsız konuşabildiğimiz, cinsiyetimizin fark etmediği, hepimize eşit davranılan, birbirimize eşit davrandığımız, bilgiye aç, her yeni bilgide şaşıran hallerimiz, rüyalarımızdan saçma sapan resimler yaptığımız, bize dağıtılan yiyeceği arkadaşlarımızla paylaştığımız, ekonomik farklılıkların aynı sırada bitlenmemizi engellemediği o saf zamanlar.

Şimdi bakıyorum da hepimiz içimizdeki çocuğu öldürmüşüz. En okumuşundan en cahiline kadar hepimiz kocaman insanlarız. Yapmak istediğimiz hiçbir girişim için çocukların fikrini almıyoruz. Çocuklardan tırım tırım kaçıyoruz. Onlar için en iyinin ne olacağını kendi çapımızda biliyoruz. Çocuğun hayali? O hiç önemli değil. Farkında olmadan çocuğumuzun içindeki çocuğu da öldürüyoruz.

İçimizdeki çocuğu öldürmeseydik, çocuklar da ölmezdi. O yüzden çocuğu öldürmeyin.

(BU YAZI PULBİBER DERGİSİNİN 8. SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.)

KENDİN OL

Bu ara zorunlu bir dinlenme halindeyim. En sevmediğim ziyaretçim migrenle boğuşurken beni kendisinden daha çok ifrit eden şeyin ne olduğunu bulmam kolay olmadı. (Yalan söylüyorum. Bir sürü şeyden rahatsızım, ama hangisi birinci?)

Metrobüste, metroda, otobüste, dolmuşta, yolda yürürken, televizyonda, radyoda, işyerinde bir sürü insana uzun uzun bakıyorum. Çoğunlukla herkes kendi halinde. Rahatsız olmuyorum, ama arada bazı tipler oluyor, işte o zaman kan beynime sıçrıyor. O insanlarda neye sinir olduğumu tam olarak bilemiyordum. Hiç tanımadığın birine neden bir şey hissedesin ki? Düşünce kapılarını açmak gerekiyor. Öyle yapıyorum. Konuşması mı? Giydiği mi? Saçı mı? Tavrı mı? Her birinde farklı bir özellik yüzünden kanın beynime sıçraması normal mi? Bir insanın ağzını eğe eğe konuşurken çenesinin o saniye kırılmasını hayal ediyor olabilirim. Başka birinin çikleti çiğnerkenki halini gördüğümde aynını düşünebilirim. Belki de bir başkasının üstüne giydiği kıyafettir beni rahatsız eden, kim bilir?

Rahatsız olduğum şeyin kaynağını bulmazsam sonra “Eko” gibi elektrik saça saça dolanırım etrafta. O yüzden çabalıyorum bu kadar, yani sırf toplum sağlığı için. Neyse sonunda ne olduğunu buldum. Kendi gibi olmayan, kendini başka birinin kopyası haline getiren insanlar beni rahatsız ediyor. Kurmacanın hayatla iç içe geçtiği gerçeklik programları sayesinde bu sokağa taşınıyor. Rating denilen illet yüzünden ortaya çıkan insan tiplemeleri yüzünden normal hayatta da insanların şakulü kayıyor.

Her kalçaları geniş olan kadın kendini Kim Kardashian, her yüzü tüysüz esmer erkek kendini Polat Alemdar sanıyor. Amerikan gençlik filmlerindeki tiplemelerden ithal ettiğimiz kötücül popüler gençlik de buna dahil. Bütün bunlara benzer çeşitli örnekler verebilirim. Gerçek yaşamda bireysel rating diye bir şey yok. Pardon var, ama taklitler orijinallerini yaşatır sadece. İstediğin kadar kozmetik operasyonla bir ünlüye benze o değilsin. İstediğin kadar davranışlarını filmlerde ya da dizilerde ya da gerçeklik programlarında gördüğün insanlara benzet. Özünde sen çekirdek ailenin köklerinden gelenden başka bir şey değilsin. Hem neden başka bir tiplemeye benzemek isteyesin ki? Adı üstünde o bir tipleme, bir yazarın yarattığı bir karakterin bir oyuncuda vücut bulmuş hali. Baba filmini çok seviyoruz diye gidip çenemizi Marlon Brando gibi değiştiriyor muyuz? Ya da öyle yapmış bir mayfa babası gördük mü? Ben son zamanlarda bir şarkıcının video klibindeki değişen imajlarıyla o şarkıcıya benzemeye çalışan sürüyle insan gördüm. Adı üstünde imaj o, yani görüntü. Gerçeklik programını sana gerçeklik diye yutturuyorlar diye o insanların sen gerçekten öyle mi olduklarını sanıyorsun? Gerçek olsa neden gizlilik anlaşması olsun.

Hiç unutmam bir dönem kuaförüm anlatmıştı, bir dönem yabancı filmleri takip eden kadınlar gidip ben Meg Ryan saçı istiyorum diyormuş, yerli sanatçıları takip edenler de Gülben Ergen saçı… Halbuki o kesim bir saç stilistinin kesimi. O saçların herkese olması mümkün değil. E, haliyle olmayınca da “sen beceremedin” diyorlarmış.

Demiyorum ki, modayı takip etme, güzel giyinme, kendini tanımıyorsan git bir stil danışmanından yardım al. Kapri paça pantolon Heidi Klum’da güzel duruyor diye senin 80 cm bacaklarında güzel durmuyor.

Hem ayrıca, kendin olmak neden kötü olsun? Seni toplum kabul etmez mi sanıyorsun? Sen kendin ol, bırak toplum sana saygı duysun.

Bu yazıyı yazarken kafamın içinde Tarkan şarkı söyleyip durdu. Her ne kadar şarkı çıktığında tekne turunda delirip kasedi denize atmışlığım olsa da Sezar’ın hakkı Sezar’a: “Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin!”

(BU YAZI PULBİBER DERGİSİNİN 7. SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.)