Mutlu bir çocuktum. Büyümeyi hiç istemedim. Şanslıydım. Büyük bir aile, yaşları yakın kuzenlerle birlikte çocukluğumu doya doya yaşadım. Sonra büyümeye başladık. Biz büyüdükçe aile de kopmaya başladı. Aileden büyükler eksildikçe, yeni küçükler geldikçe bizler büyükler sınıfında yerlerimizi almaya başladık. Yine de içimdeki çocuğu sakladım. Hâlâ evin küçük kızı olarak rol kesmeye bayılıyorum. Halbuki benim de “ben büyüdüm artık” serzenişlerim oldu.
Küçükken büyümeye pek özeniriz. Hayranı olduğumuz büyük insanlara benzemek çok önemlidir. Sonra büyümenin getirdiği sorumluluklarla karşılaşınca kaçacak yer de ararız elbet. Geri dönüp baktığımızda o eski anaokulun yerinde yükselen apartman, tahta ilkokul sıralarının yerini alan dandik kaplama plastik sıralar, ortaokulun mermer koridorlarına döşenmiş PVC değildir bizi üzen; artık yavaş yavaş o saflığın belleklerimizden ve benliklerimizden kayboluşudur.
Sokakta oradan oraya çata pat gibi koşturan çocuktan çekiniriz. Rahatsız oluruz. Avazı çıktığı kadar bağıran çocuktan ya da bir sormaya başladı mı sonu gelmeyen sorular soran çocuktan sıkılırız. Sıkılırız çünkü çocuk meraklıdır, bilgiye açtır ve biz ona doğru yanıtı verecek kadar bilgili ve sorularının tamamını dinleyecek kadar sabırlı değilizdir, çünkü daha ciddi bir şey yapmakta ya da düşünmekteyizdir. O çocuğun geleceği bize bağlıdır, bize göre. Bizim şimdiki zamanımızın da büyüklerimiz tarafından şekillendiğini düşünürüz.
Sonra bir çocuk ölür. Sonra bir başkası. Ve bir başkası daha…
Çocukların ölmemesi için elimizden geleni yapmak isteriz. Çünkü geleceğin tek garantisi çocuklardır. Çocukluğu unutarak, çocuğu görmezden gelerek mi önlem alacağız? Çocuğun düşünsel imkanlarını kısıtlayarak mı onun önündeki yolu açacağız? Peki geleceğin garantisini pazarlık aracı yaparak, onları savaşın ortasında bırakarak hangi gelecekten bahsedebiliriz?
Savaş olur, çocuklar ölür. Ve biz hiçbir şey yapamayız.
Ciddi sınavlara girip, süper okullarda yetişmelidir çocuk. Çocuk dediğin imkanlar dahilinde olabilecekle değil imkanların dışında her şeye layıktır, ama bunun için o da bedel ödemelidir. Haftanın 40 saatini okulda, 40 saatini evde ya da özel derslerle hazırlanarak geçirmelidir. Çocuk dediğin övünülecek araçtır çünkü… Çocuk senin seviyeni atlamak için sistemin en iyisi, en parlağı olmalıdır. Sen nasıl şekil verirsen o uyum sağlar. Seninle büyür. Sen onu böyle büyütürken unuttuğun bir şey vardır: O sınavlara nasıl küfrettiğin… Büyüyünce bu sisteme çocuğunu dahil etmemek için yeminlerin…
Sonra sınav olur. Bir çocuk intihar eder. Bir başkası baygınlık geçirir. Bir başkası evden kaçar.
Böylece çocuk büyür. Büyük insan olur. Çocukluğundan kaçmış, ona biçilen kalıbın şeklini alarak büyümüş bir insana dönüşür. Biz büyüklerin arasına karışıverir. Büyümenin verdiği sıkıntı gelen sorumluluklardan değildir aslında. En azından benim için öyle. Benim özlediğim hesapsız konuşabildiğimiz, cinsiyetimizin fark etmediği, hepimize eşit davranılan, birbirimize eşit davrandığımız, bilgiye aç, her yeni bilgide şaşıran hallerimiz, rüyalarımızdan saçma sapan resimler yaptığımız, bize dağıtılan yiyeceği arkadaşlarımızla paylaştığımız, ekonomik farklılıkların aynı sırada bitlenmemizi engellemediği o saf zamanlar.
Şimdi bakıyorum da hepimiz içimizdeki çocuğu öldürmüşüz. En okumuşundan en cahiline kadar hepimiz kocaman insanlarız. Yapmak istediğimiz hiçbir girişim için çocukların fikrini almıyoruz. Çocuklardan tırım tırım kaçıyoruz. Onlar için en iyinin ne olacağını kendi çapımızda biliyoruz. Çocuğun hayali? O hiç önemli değil. Farkında olmadan çocuğumuzun içindeki çocuğu da öldürüyoruz.
İçimizdeki çocuğu öldürmeseydik, çocuklar da ölmezdi. O yüzden çocuğu öldürmeyin.
(BU YAZI PULBİBER DERGİSİNİN 8. SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.)
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...